16 Ekim 2020 Cuma

 

çaresiz bir güzelliğin var.. 
çoğalan bir sessizliğe biriktirdiklerin.
henüz hiç bir dilde çekimlenmemiş hüzünlerin
avuçlarının taşkınlığında bir çocuğun gövdesi
henüz aşılmamış hiçbir deniz
bir motor geçmektedir, kirli muşambaların ve sarsılan duvarların ardından
pespaye, çıplak ayaklar. güneş hangi taraftan sızacak?
hayatın tüm tanıklığını bir odaya sığdırdın
bu mekanın mevsimi yok
enine dört, boyuna beş adım genişliğinde
bölünerek çoğalan mahremiyetin
kendine bir an biçtin
aramızda kalan son uyağı kaldırdın.
kızlığına son bakışınla
bir adamı tanımakla
sokaklarda leş yiyici paletleri
bir kentin sokaklarını arıtırken, yarıda kesilmiş bir telefon
portakal mevsimini çoğaltacak
kokusunu duyacağın gece,
bir yol’un anlamını öğreniyorsun
sen her gece rüyandan, o kız çocuğuna dönüyorsun
görüntüler yakınlaşıyor
yüzüne nefretle tükürüldüğünü, çatılan kaşları, duyurmak istiyorsun
dünyanın son bucağında
kız çocuğunu kendi ellerinle temizliyorsun
peki, bu anlaşılmayan söz
dağılan ses, siliklesen görüntüler
‘’ anne, yemek hazır mı?’’
sessiz bir imgeye dönüşürken
odada çoğalan zaman, hayat, gece
tarihsiz bir akşam
yatağına giren, sınırlı ve düzlemdeki varoluşuna sahip olarak
şakaklarına, uzuvlarına, göz kapaklarına yabancı olduğun
çizgilerle sınırladığın
adam’ı
gelinliğinle, bir yolu özlemeyi öğrenecek yaşta
bir kaç adım sonra hayretle baktığın gökyüzüne
boynunu kaldırıyorsun; havayı kokluyorsun
tehlikeyi hisseden bir hayvan gibi
üzerinde toprak, bazalt, tonlarca taş. geceyi kokluyorsun, çürük,
morarmış. kopmuş uzuvlar. kararmış bir çene kemiği. bir poşet dolusu et.
soğutucu da o kız çocuğu.

‘’anne, beni öldürdüler!’’

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder